Yokluğa ve Yollara Rağmen Dedem Yusuf Hoca’nın (Yusuf İBİL) Köyüne Sıla-i Rahim
İnsana sormuşlar doğduğun yer mi, doyduğun yer mi diye?
İnsan dile getirse de doyduğum yer diye, doğup büyüdüğün toprakların özlemi bir ömür senin gönlünde hasretle özlemle..
Bu fakire’ de ata toprağını ve atasını var etmek farz olmuştu artık kendi diliyle..
Babam da böyle bir insandı doyduğu yer ve doğduğu yerin arasında ki mesafe bin km olsa da, çocukluğumda her sene beni de yanında götürüp doğduğu topraklarla ve annesi babasıyla senede 15 gün hasret giderirdi.
İçimizin dışına çıktığı yolların yol olmaktan öte işkence olduğu zamanlardı.
302 Mercedeslerin, eğilip bükülmeyen koltukları, hükmü geçmiş kolonyaların nam saldığı, kısa ve soğuk ihtiyaç molalarının, kokulu bayat kaçak çayların şirketten olduğu yıllardı…
Mavi gömlekli muavinler hiç yerinde oturmaz, otobüs batmasın, kokmasın diye yolculuk boyunca elinde devamlı plastik siyah poşetlerle dolaşırdı.
Ben cam kenarında gözüm gündüz vakti hep tabelalarda, dumansız hava sahasının henüz var olmadığı 20 saat süren o bozuk yollarda kafamla cam ara ara çarpışmakta, babam yanımda onun gözleri ise hep hadis kitaplarındaydı.
Herkes yola çıkarken çıkınını yemeklerle tıka basa doldursa da, babam her yanını kitapla doldururdu. Babam kitaplara, kitaplar babama sevdalıydı.
Öyle bir babanın oğlu olunca bende sevdalanmıştım çocuk yaşta romanlara..
95 yıllık ömrünü kitap okumaya adamış, dedem Yusuf Hoca’nın en büyük özelliğini babam kendi dünyasında da var etmiş, bana da nakşetmişti, “Üç kuşağın da ömrü kitap okumaya sevdalı geçmişti.”
İkindi vakti başlayan yolculuğumuz ölüm virajlarının seyrinde yol alırken iki, üç saat arasında mola verilirdi. Adına dinlenme tesisleri denmesine rağmen, tuvalet kuyruklarıyla geçen zaman diliminde, dinlenmeden apar topar otobüsün yolunu tutardık.
Aynı istikamete giden bu insanlar hep birbirini tanıdığından ve akraba olduğundan yolculuğun ilk başlayan saatleri gırgır şamata ile gülmekten kırılırdık.
Rahmetlik Tufan amcam ve Kemal dayım şaka yollu takılırdı bana..
Aynı ilçenin iki farklı köyünden olunca, ana tarafı Hanzar, baba tarafı Meğeri olunca şakanın nerden geleceği belliydi.
Tufan amca kendinden emin tok sesiyle; “Meğerilimisin, Hanzarlamısın” derdi
Bende bu muzip soruya muzip bir cevap verirdim.
Yazın Meğrili, kışın Hanzarlıyım derdim, otobüstekiler patlatırdı kahkahayı..
Sabah 11 de varırdık Alucra merkeze.. İçimizin dışına çıktığı belimizin iki büklüm olduğu 20 saat sonrası artık evli evine köylü köyüne…Bitti mi bitmedi elbet, kasabanın bakkalından alışveriş yapılır, erzaklar taksi vazifesi gören Jeeplere yüklenir 1 saatte öyle ve nihayetinde Rabbimin inayetiyle varmıştık dedemin iki katlı naneli ayran çorbası kokan evine..
Yerinde duramayan kabına sığmayan bir çocuk uçsuz bucaksız ismi köy diye adlandırılan yeşilliklerle dolu ata toprağına ayak basar ise ne olur, dedesinin kömür gözlü karakaçanına birde küllü Mahmut’un atına binmeye sevdalanır.
Biz her ne kadar yerimizde duramayıp, tatil diye algılasak ta, babamın asıl gayesi babasına tarlada harmanda yarasına merhem olmaktır.
Dedemin tarihe kazıncak şu sözü insanlığa en büyük mirastır.
“Ekmek vezir, çorba hızır, gerisi kıvır zıvır!”
(Burada bahsi geçen ekmek tandırda pişirilen somun ekmeğidir)
Haktan Emre Kul / Cebimde Hikayeler / 02.05.2021